Azıcık akıllı olamaz mıyız?

güven sak
8 min readApr 28, 2022

--

güven sak

Dünya yeniden yapılanırken doğrusu Türkiye pek sarsak duruyor. Ne yaptığını bilmiyormuş gibi sanki. Bir o yana, bir bu yana savrularak sanki hareket ediyormuş gibi yapıyoruz bir süredir. Sonuç ortada. Memleket “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, sonra bir de baktık ki başladığımız yerdeyiz, bu kadar “bereketsiz hareket” nereden çıktı” bıkkınlığında. Millet ise “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”. Hakikaten öyle. Gelin anlatayım.

Halbuki son derece önemli bir kavşak noktasındayız. Dünya yeniden kuruluyor ve küresel değer zincirlerinin yeniden yapılanması tam da bu günlerde yoğun bir biçimde tartışılıyor. Küresel değer zinciri tartışması geçen hafta Vaşington’daydı. Atlamamalı. Türkiye’nin bir an önce bu işe odaklanması lazım. Öncelik nedir? Nereye odaklanmamız gerektiği konusunda kafamızın açık olması. Öyle miyiz? Hayır. Azıcık akıllı olamaz mıyız? Zor.

Bu yıl G20 Bakanlar Bildirgesi çıkmadı

IMF ve Dünya Bankası’nın 2022 yılı Bahar Toplantıları ile G20 Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları Toplantısı ilginç gelişmelere sahne oldu. Listeye ayrıca Dünya Bankası Kalkınma Komitesi (DC) ve Uluslararası Parasal ve Finansal Komite (IMFC) toplantılarını da eklemek lazım. Doğrusu ortadaki küresel karmaşayı yakından takip etmek için güzel bir fırsattı.

İlk dikkati çeken husus nedir? Beni ilk şaşırtan husus, işin bildirgeler tarafı oldu. G20 söz konusu olduğunda memleket küresel milli gelir sıralamasında geriledikçe Türkiye artık orada mı yok mu diye tartıştık ama işin bu tarafına pek bakmadık. Halbuki G20 küresel olarak önemli ekonomilere sahip ülkeleri içeriyor. Türkiye’nin bu anlamda önemi azalmadı, tam tersine arttı. G20'den düşmek söz konusu bile değil şimdilik. Türkler farkında olmayabilir ama vaziyet böyleyken böyle.

Daha önce bir örneği var mı hatırlamıyorum, en azından ben bugüne kadar hiç denk gelmedim ama bu yıl ilk defa G20toplantısı sonrası Bakanlar Bildirgesi yayımlanmadı. Halbuki bu toplantı G20'nin özü. 2008 küresel ekonomik krizi sonrası dünya liderleri G20 çatısı altında örgütlendi ve işbirliği ile hareket ederek krizden çıkışı sağladı.

G20 Dönem Başkanı Endonezya’nın internet sitesinde, en son Şubat’taki Bakanlar toplantısının bildirgesi var. Bu toplantı tam da Ukrayna-Rusya savaşının öncesinde olmuştu, ülkeler o vakit birlikte karar alabiliyordu. Nisan ayında ise, G-20 bakanlarının hepsinin üzerinde mutabık kaldığı bir bildirge çıkmadı. Neden? Kimse Rus bakanla konuşmadığından herhalde. Zaten Rus maliye bakanı konuşurken, katılımcıların bir bölümü toplantı salonunu terk etti. Ne ekersen, onu biçersin.

Benzer durum ilgili bakanların katılımıyla toplanan Dünya Bankası Kalkınma Komitesi ve Uluslararası Parasal ve Finansal Komite için de geçerli. Genellikle bu komitelerde de tüm üyelerin mutabık kaldığı ortak bir çerçeve dokümanı göremiyoruz. Mesela, Uluslararası Parasal ve Finansal Komite yaptığı duyuruyu, Bildirge yerine, Başkan’ın Özeti olarak duyurmayı tercih etmiş.

Sadece bu gelişmelere baktığımızda bile, küresel ekonomik yönetişim meselesinde birlikte hareket etme kabiliyetinin kalmadığını söylemek pekâlâ mümkün. Peki nereye gidiyoruz, neler bizi bekliyor? Küreselleşme sürecinde re-shoring tartışmasının smart-shoring’e doğru dönmeye başladığı bir noktadayız. Küresel değer zincirlerinin akıllı çeşitlenmesi tartışılırken, Türkiye’nin azıcık daha akıllı olmasında fayda var doğrusu. Kolay mı? Bu sistemle pek zor doğrusu. DPT’yi kapatmak memleketin orta vadeli düşünme kabiliyetini iyice ortadan kaldırdı. Gelin azıcık anlatayım meseleyi

Akıllı olamaz mıyız?

Bu hızlı dönüşüm döneminde, Türkiye’nin küresel ekonomik gündemde takınacağı tavır ve ortaya koyacağı argümanlar kritik öneme sahip. Neden? Mesela, küresel değer ve arz zincirlerindeki değişimi iyi anlamak gerekiyor. Önce salgın, sonra da savaşla birlikte çok uluslu şirketlerin üretim merkezlerini çeşitlendirmeleri gündemin ana konusu. Bunu bir ara, “artık üretim tesisi kurduğunuz yerde pandemi nasıl yönetiliyor, Sağlık Bakanlığı işinin ehli mi?” konusu kritik önemde diye bir açıdan anlattığımı hatırlıyorum. Şimdi çeşitleniyor.

Bakın artık, yeni yeni kavramları tartışmaya başladık. Offshoring ile başlayıp, re-shoring, friendly-shoring ve ally-shoring derken, siyasi saiklerin yanısıra yerel idarenin yönetim kapasitesinin, yönetişim kabiliyetinin ekonomi politikasını çok daha güçlü bir şekilde yönlendirmesine tanıklık ediyoruz. Kural hâkimiyeti kadar önemli bir ek değişken haline geliyor yönetişim ve şoklara karşı dayanıklılık kabiliyeti. Smart-shoring bu işte.

İşte tam da bu noktada, Nisan ayı IMF Küresel Ekonomik Görünüm raporunun dördüncü bölümü dikkatimi çekti doğrusu. Yapılan analitik çalışmaya göre, arz kaynakları çeşitlendikçe, küresel ticaret de bundan kazançlı çıkıyor. IMF uzmanları bu durumu bir modelle simüle de etmiş. İki farklı senaryonun dikkate alındığı çalışmada, ilk senaryoyu “tek ve büyük girdi tedarikçisi ülkede ciddi arz şoku yaşanması” olarak belirlemişler. İkinci senaryolarında ise, “farklı tedarikçilerin olduğu birden fazla ülkede arz şokları yaşanması” durumunu analiz etmişler. Karantina etkisi işte.

İki farklı gruba da aynı şoku verdiklerinde, ortalama bir ekonominin birinci senaryoda binde 8, ikinci senaryoda ise binde 4 daraldığını hesaplamışlar. Üretim zincirinde çeşitlenme arttıkça, şokun getirdiği dalgalanmanın boyutu ve ekonomik etkisi azalıyor. Nedir? Değer zincirinizin bir aşamasında bir tek Çin’e dayalı olarak faaliyet gösteriyorsanız, Çin kaynaklı, risklere ve şoklara çok fazla açık oluyorsunuz. Küresel değer zincirlerinde “bütün yumurtaları aynı sepete koymama” dönemine giriyoruz. Bu nedir? Küresel değer zincirlerini yeniden yapılanmaya iten güçlü bir neden var artık.

Küresel değer zincirlerinde akıllı çeşitlenme (smart-shoring) zamanı

Peki, bölgesel çeşitlenme neye göre olacak? Çokuluslu şirketlerin, ana merkezlerine geri dönmesinin (reshoring), bölgesel çeşitlenmeyi artırmak bir yana, daha da azaltacağı sanırım çok net. Üretimin bir bölümünü siyaseten iyi ilişkide olduğunuz, ülkelere kaydırmak da (ally-shoring, friendly-shoring) ekonomik açıdan her zaman ille de çok verimli sonuçlar doğurmayabilir. Zira her ülkenin kendine has karşılaştırmalı üstünlükleri, iş yapabilme kabiliyeti, gelişim ve dönüşüme uyum sağlama niteliği farklı.

Dolayısıyla bu bölgesel çeşitlenme eğiliminin, ayakları yere basan sağlam bir kavramsal çerçeve dâhilinde yürütülmesi lazım. TEPAV iktisatçıları bir süreden beri bu kavramsal çerçeveyi “smart-shoring” (akıllı çeşitlenme) diye adlandırıyorlar. Bu aralar TEPAV’ı ziyaret eden yabancılar biliyor. Madem akıl çağında yaşıyoruz, küresel değer zincirlerindeki çeşitlenme de önce akla uygun olmalı değil mi?

Smart-shoring ile Türkiye’nin bugün sahip olmadığı kabiliyetlere sıçrayabilmesi için önüne inanılmaz bir fırsat geliyor aslında. Dış ticarette “ticaret bayrağı” takip eder döneminden, “ticaret yabancı yatırımları takip eder” dönemine zaten geçmiştik. Şimdi değer zincirlerinde akıllı çeşitlenme ile birlikte daha önce Türkiye’de üretilmeyen birtakım ürünleri içeren yatırımların Türkiye’ye gelmesi için somut bir fırsat alanı ortaya çıkıyor aslında. Bunu yeşil finansman ve yeşil mutabakat süreci ile birleştirirseniz ortadaki büyük şansı görebilirsiniz. Projeleri hemen hazırlamaya öncelikleri belirlemeye başlayabiliriz. Tabii önce icracı Bakanlıklardaki düşünce tembelliğini hızla aşmak gerekiyor.

Peki sorun nerede?

Sorun içinde debelendiğimiz çukurda aslında. Buraya en son Türkiye’ye net doğrudan yabancı sermaye akımlarının durumunu gösteren grafiği koyayım. Kendiniz bakın. Memlekete doğrudan yabancı sermaye akımında bir problem var. Kural hakimiyetinin olmayışı, yargının bağımsızlığının kaybolması, keyfilik öngörülemezlik zinciri ve yatırımlara para koymadan ortak olma hevesi gibi bir dizi eski dünya problemi, Türkiye’nin yeni dünyaya intibakını zorlaştırmıyor, ayan beyan engelliyor.

En son Kavala kararı ile o kadar olmayacak bir işi, o kadar beceriksiz bir biçimde yaptık ki, yargı sistemimizin inanılırlığını iyice berhava ettik. Kavala kararı bu dönemde kamuda ve özellikle yargıda beceri erozyonu açısından da bir nişane oldu esasen. Yönetim becerisini dikkate alarak, yumurtaları tek sepete koymaktan kaçınanlar için, Türkiye’den kaçınma nişanesi oldu bir nevi.

Rakamlara bakın ve ağlayın. Net doğrudan yabancı sermaye yatırımları 2002'de neredeyse, şimdi de oralarda. Nedir? Sıfıra yakın bir yerlerde. Memleket söz konusu olduğunda, halimiz “az gittik uz gittik dere tepe düz gittik sonra bir de baktık ki başladığımız yerdeyiz” durumudur dediğim işte bu. 2002'de neredeysek şimdi 2022'de de aynı yerdeyiz.

Nedir bu rakamlar? Mevcut doğrudan yatırım rakamlarından vatandaş olmak için yapılan gayrimenkul yatırımlarını ve Türkiye’den dışarıya yönelen yatırımları çıkarıyoruz. Gayrimenkul yatırımları yalnızca vatandaşlık satın almak için yapılıyor, orada Türkiye’nin ihracat kapasitesini artıracak bir akıl ya da çaba yok.

Ne var? Türkiye’de, özellikle İstanbul’da, gayrimenkul fiyatlarını ve ev kiralarını doğrudan dolara endeksleyen bir süreç var. Bir taraftan kur korumalı mevduatla dolarizasyon mücadelesi verdiğini söylerken, diğer taraftan ev fiyatları ve kiraları da yeni enstrümanlar olarak dolarizasyon sürecine ekleyen bir akıldışılık ortadaki. Not edeyim, gayrimenkul alımlarının Ocak-Mart 2022 arasında mesela yüzde 42'si İstanbul’dan bu arada. Ama tamamı değil.

Sonuçta ne oluyor? Millet için ev sahibi olmak, ev kiralayabilmek, ev alabilmek imkânsız hale geliyor. “Öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya” listesine artık “dolarla vatandaşlık satışını inşaat üzerinden yapma”yı da ekleyebiliriz. Yalnızca para alsak etkisi aynı olmaz benim gördüğüm. Hep o aynı önünü sonunu düşünmeden iş yapma sendromu bizi bu çukurun içinde debelendiren.

Yaklaşık bir milyon potansiyel yeni vatandaşımız olabilir mi 2003'ten beri yabancılara gayrimenkul satışlarından?

Bu arada insan elbette kaç kişinin potansiyel olarak bu süreçte vatandaş olabileceğini merak ediyor. Ortada bir rakam yok ama ben size bir mertebe vereyim. Nasıl düşündüğümü de anlatayım. Şimdi peçete üstü analizi gibi olsun, sonra TEPAV iktisatçıları daha rafine bir hesap yaparlar.

Merkez Bankası ödemeler dengesi istatistiklerinde gayrimenkul alım satımı işlemlerini net olarak yayımlıyor. 2018'e kadar 1 milyon dolarlık gayrimenkul alanlar İçişleri Bakanlığı’na vatandaşlık başvurusu yapabiliyorlardı. Daha sonra benim bildiğim Cumhurbaşkanımızın imzası ile ilgili belgeleri tevsik eden şahıslar vatandaş olabiliyor.

2018 sonrasında ise vatandaş olabilmek için, 250 bin dolarlık gayrimenkul yatırımı yeterli sayılmaya başlandı. 2018 Ekim ayında, hani merkez bankası rezervlerinde merkez bankasının sahip olduğu rezervlerin oranı azalmaya, swap anlaşmaları ile başkalarından borç alınan rezerv miktarının artmaya başladığı dönemde. Her politikanın birden çok istenmeyen sonucu olabiliyor sonuçta. Böyle bakarsanız, Türkiye’de yerleşik olmayanlar ülkeden yaklaşık 200 bin konut satın almışlar 2003’ten bu yana, tutarı 2018 öncesinde 1 milyona, sonrasında ise 250 bin dolara bölerseniz. Kesin değil ama bir fikir veriyor.

Bu yolla konut edinen şahıslar daha sonra Türkiye’deki normal düzenlemelere tabi olarak ailelerini de vatandaş yapmak üzere başvurabiliyorlar. Gayrimenkul satın alıp vatandaş olanların aile büyüklüğünü bilmiyoruz. Ama geldikleri ülkelere bakınca, (Afganistan, Irak,..) Türkiye’deki aile büyüklüğünden azıcık büyük olduğunu düşünebiliriz. İsterseniz beş kişi diyelim. Şimdi değil belki ama potansiyel olarak. Çünkü yabancılara gayrimenkul satışı düzenlemesine uyanlar, vatandaş olduktan sonra, zaten var olan diğer haklardan yararlanabilir hale geliyorlar. Bildiğim burada bir kısıtlama yok.

Bu durumda 200 bin konutu beş ile çarparsanız yaklaşık bir milyon potansiyel yeni Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından bahsediyor olabilir miyiz? Bilmem ama hesap ortada. Nüfusumuzu bu yolla yüzde 1,5 artırmış olabiliriz. Bu konuda orta vadeli bir fayda maliyet analizi yapılmış mıdır? Sanmıyorum. En azından ben duymadım.

Ben bunlara eskiden iyi niyetle iktisat politikası hatası derdim. Bilmiyorlar ondan hata yapıyorlar gibi bir nevi. Önünü sonunu düşünmeden kısmi analizle kesin ve orta vadeli sonuçlara varmamak lazım malum. Hatta böyle analiz yapanlara Miki Maus ekonomistleri demeye öyle başlamıştım. Artık öyle düşünmüyorum doğrusu. Kendimi naif bulduğumu itiraf edeyim. Bu kadar arka arkaya, bu kadar sık aralıklı hata, hatayı yapanların aslında işlerini bildiklerini ama yalnızca memleketi pek sevmediklerini ya da ciddiye almadıklarını düşündürtüyor artık bana artık doğrusu.

Türkiye’nin küresel ekonomik gündeme ilişkin tartışmalarda güçlü argümanlara ihtiyacı var. Yeni durumlar yeni stratejiler gerektiriyor. Aksi durumda, önümüzdeki dönemde sadece dünyanın ilk 20 ekonomisi listesinden düşmeyi değil, küresel ve bölgesel entegrasyonda giderek artan oranda güç kaybetmeyi de konuşmaya başlayacağız. İşte asıl o vakit, G20 için bir mana ifade etmeyeceğiz. Azıcık akıllı olmamız gerekiyor artık. Azıcık bile olsa şimdilik idare eder. Not edeyim. Aklınızda kalsın.Dünya yeniden yapılanırken doğrusu Türkiye pek sarsak duruyor. Ne yaptığını bilmiyormuş gibi sanki. Bir o yana, bir bu yana savrularak sanki hareket ediyormuş gibi yapıyoruz bir süredir. Sonuç ortada. Memleket “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, sonra bir de baktık ki başladığımız yerdeyiz, bu kadar “bereketsiz hareket” nereden çıktı” bıkkınlığında. Millet ise “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”. Hakikaten öyle. Gelin anlatayım.

Halbuki son derece önemli bir kavşak noktasındayız. Dünya yeniden kuruluyor ve küresel değer zincirlerinin yeniden yapılanması tam da bu günlerde yoğun bir biçimde tartışılıyor. Küresel değer zinciri tartışması geçen hafta Vaşington’daydı. Atlamamalı. Türkiye’nin bir an önce bu işe odaklanması lazım. Öncelik nedir? Nereye odaklanmamız gerektiği konusunda kafamızın açık olması. Öyle miyiz? Hayır. Azıcık akıllı olamaz mıyız? Zor.

Bu köşe yazısı 25.04.2022 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.

Originally published at https://www.tepav.org.tr.

--

--

güven sak
güven sak

Written by güven sak

Notes from Turkey and its vicinity: It’s the economy, stupid

Responses (1)