2001 krizi günleri ile bugün arasında ne fark var? Geçenlerde bana bunu sordular. Bana sorarsanız, geniş halk kitleleri açısından bugün o günden daha kötü. Neden? 2001'de bankalar ve şirketlerle ilgili daha kısmi bir problemimiz vardı, daha az sayıda vatandaşımızı doğrudan etkiliyordu ve doğrusu ya, problem daha kolay kontrol edilebilir bir boyuttaydı. Bugün öyle değil.
Bugün şirketlerimiz ve bankalarımız iyi durumda. Ancak hızla yükselen enflasyon ve giderek yoğunlaşan hayat pahalılığı toplumun istisnasız tüm kesimlerini hazırlıksız yakaladı ve çok kötü etkiliyor. Halbuki 2001'de enflasyona filan şerbetli sayılırdık. En alttaki yüzde 20'den en üsttekine toplumun bütün kesimleri artan fiyatların farkında bugün. Herkes tüketim kalıbına göre en çok kullandığı ihtiyaç maddesinin fiyatını takip ediyor doğrusu. Kimi Starbucks’ta kahve fiyatını, kimi ekmek fiyatını.
“Bir hamburger bir kola kaç lira oldu, farkında mısın?”
Bu çerçevede, herkes kendi halince gelirini artırmaya çalışıyor. Bizim Sarp geçenlerde yetmeyen harçlık meselesini “Sen şimdi bir hamburger, bir kola kaç lira oldu, farkında mısın?” diye açtı mesela. O da haklı. Sorun nerede? Fiyatlar daha önce benim hatırladığım dönemlerde hiç bu kadar hızlı yükselme sürecine girmemişti doğrusu. Ve hiç bu kadar hazırlıksız yakalanmamıştık.
Daha önceleri, evet, yüksek enflasyonla uzun yıllar yaşadık ancak o vakit gelir akımlarını artan fiyatlarla uyumlu hale getirecek bir endeksleme mekanizması vardı. Enflasyondaki ataleti de o mekanizmaya borçluyduk doğru ancak yüksek enflasyonun acısını daha az hissetmemizi sağlayacak hazır bir morfin mekanizması vardı otomatik devreye giren. Şimdi yok.
Bugün için baktığımızda kötüymüş gibi duruyor ama aynı zamanda bugüne kısa sürede gelmiş olmamız ve şimdi acıya daha alıştırılmış olmamamız aynı zamanda enflasyonla mücadele açısından bir şans aslında. Enflasyonla mücadele lobisinin bu kez bir şansı var ve bana sorarsanız hızla sonuç alabilmek mümkün.
Hızlı sonuç almanın yolu merkez bankasının döviz alanlarla ilgili dedikodu yapmayı bırakıp kendi işine odaklanması elbette. Nedir kendi işi? Yıl sonuna ilişkin enflasyon bekleyişlerinin kontrol altında tutulması elbette. Amerikan merkez bankası başkanının geçenlerde “enflasyon bekleyişlerinin kontrol dışına çıkmasına izin vermeyeceğiz” dediği işte tam o. Merkez bankasının asli görevi.
Geçen gün Anayasa Mahkemesi “Fiyat İstikrarı Komitesi Kurulmasına Dair Cumhurbaşkanlığı kararnamesini iptal etti. Neden? Yüksek Mahkeme fiyat istikrarı konusunda Türkiye cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB)’nın yetkili olduğunu hatırlatarak, Cumhurbaşkanının böyle bir düzenleme yapamayacağına hükmetti. Bir nevi, Yüce Mahkeme TCMB’ye asli görevini hatırlattı.
Banka asli işini unutup dedikoduya odaklanınca, enflasyon bekleyişleri 2022 yılında ipini kopardı gitti
Yıl sonu enflasyon bekleyişleri ile enflasyon hedefi arasındaki farka merkez bankasının itibar açığı diyorlar. İtibar açığını enflasyon hedeflemesine geçtiğimizden beri takip ediyoruz. Hedef olmazsa, bankanın itibarını ölçmek için başka parametrelere bakmak gerekiyor. Aşağıdaki grafik 2002'den beri merkez bankası guvernörlerinin itibarını gösteriyor bir nevi. Kırmızı itibar açığını, yeşil itibar fazlasını gösteriyor. Ne demek? Kırmızıysa piyasanın enflasyon bekleyişleri enflasyon hedefinden fazla, yeşilse enflasyon bekleyişleri enflasyon hedefinin de altında.
Ne görüyoruz? Grafik ortada, yeşil renk, itibar fazlası bir tek Süreyya Serdengeçti ve Durmuş Yılmaz döneminde var. Kalan dönemler hep kırmızı. ama kırmızının da bir mertebesi var.
Nedir? Merkez bankasının itibar açığı Naci Ağbal’ın görevden alındığı 2021 sonunda 6,6 puanmış. Hedeften ancak o kadar sapıyormuş enflasyon bekleyişleri. Zaten dikkat edin, Murat Uysal ve öncesindeki dönemlerin yüksek itibar açığı kontrol altına alınmış o kısa dönemde. İyiymiş işler. İşte Allahın sopası yok diye anlattığım hep burası doğrusu.
Şimdi ise yalnızca bir yıl içinde 64,9 puan olmuş enflasyon bekleyişleri ile hedef arasındaki fark. Nedir? Hedef medef kalmamış, ipini koparıp gitmiş bekleyişler. Banka asli görevini unutmuş gitmiş. Hâlbuki hedef, bekleyişleri kontrol altında tutmak için var esasen. Bankanın işi bu.
Enflasyon hedeflemesine başladığımız günden beri hiç bu kadar büyük bir patlama, hiç bu kadar hızlı bir itibar kaybı olmamış dikkatinizi çekeyim. Önce bir durumu tespit edelim. Bakın hedeflemeye başladığımız noktada, süreci yöneten Başkan Serdengeçti dönemine? Böyle bir rakam var mı o işe yeni başladığımız dönemde bile, hani kredibilite inşa sürecinin en başında? Yok. Şimdi var. Serdengeçti döneminde her yer yemyeşil, hedef aşağı çekildikçe itibar fazlası artıyor. Şimdi her yan kan kırmızı
Bu nedir? Bankanın asli işini, enflasyon bekleyişlerini kontrol altında tutmayı ihmal ettiğini gösteren daha iyi bir gösterge bulmak mümkün mü? Değil. Düzeltilecek olan bu işte. Bankanın asli işine bir an önce geri dönmesi. Bugün hayat pahalılığının nedeni nedir? İşte bu kontrol dışına çıkan enflasyon bekleyişleridir. Merkez Bankası’nın asli işini unutmuş olmasıdır. Nokta.
“Faiz sebep, enflasyon netice” saptaması yalnızca Tayyip Bey’e ait değil, onu da ifade edeyim
Peki, enflasyon bekleyişleri nasıl şekilleniyor? İşte orada geçenlerde yapılan bir çalışma teknisyenlerle halkın, sokaktaki insanın enflasyon dinamikleri konusunda benzer bir biçimde düşünmediğini ortaya koydu. Merkez bankaları yıl sonu enflasyon bekleyişlerini bankalarda, üniversitelerde çalışan bir dizi piyasa profesyoneline soruyor. Yukarıdaki itibar açığı dolayısıyla piyasa profesyonellerinin merkez bankasının yönetiminin becerisi hakkında ne düşündüğünü ortaya koyuyor. İtibarsız. Peki ya millet ne düşünüyor? Onu Türkiye’de bilmiyoruz.
Amerika’da 6500 denekle yapılan ve geçenlerde alanında saygın bir dergi olan Review of Economic Studies’te yayımlanan çalışmanın sonuçları ikinci grafikte yer alıyor.
Burada piyasa profesyonelleri ile halkın enflasyon ve işsizlik dinamikleri konusunda benzer bir bakışa sahip olmadığını görüyoruz. Özellikle iki husus dikkati çekiyor. Birincisi, piyasa profesyonelleri merkez bankasının politika faizinin yükseltilmesinin enflasyonu aşağıya çekeceğini söylerken, halk ya da sokaktaki vatandaş politika faizinin yükseltilmesinin enflasyonu azdıracağına inanıyor.
İkincisi ise, piyasa profesyonelleri vergilerin yükseltilmesinin enflasyonu kontrol altına almaya yardımcı olacağını düşünürken, sokaktaki vatandaş bu adımın fiyatları artıracağına inanıyor. Taraflardan biri teknik bilgisine dayanarak konuşuyor, diğeri ise hayatın içindeki tecrübelerinden ya da kulaktan dolma izlenimlerden besleniyor.
Açıktır ki, sokaktaki vatandaş alınan tedbirin firmalara ve firmaların fiyatlama davranışları ile maliyetlerine olan etkisini düşünürken, piyasa profesyonelleri tedbirin hane halkı talebi ve harcama örüntüsü üzerine olan etkisine bakıyor. Nedir? İyi tarafından bakarsanız, parasal iletim kanalları farklı. Biri arz yönlü öteki talep. Peki, buradan ne çıkar?
Bu yeni çağda, merkez bankası iletişim politikasını daha kapsamlı bir biçimde yeniden düşünmek gerekiyor.
Doğrusu ben önemli iki politika önermesi görüyorum burada. Öncelikle, enflasyon bekleyişlerini kontrol altına almak dediğimizde sokaktaki insanın harcama örüntüsünü, fiyatlama davranışlarını da etkilemek önem taşıyor. Bu durumda, bankanın, sokaktaki vatandaşın “faiz sebep, enflasyon netice” yanlış varsayımını da düzeltmeyi hedefleyen sağlıklı bir iletişim politikası tasarlaması gerekiyor.
Merkez bankasının enflasyon bekleyişlerinin kontrolüne yönelik iletişim politikasını yalnızca piyasa profesyonellerinin teknik bilgisine seslenerek değil, hane halkının inandığı şehir efsanelerini de dikkate alarak tasarlaması önem taşıyor bu dikotomiye bakarsanız. Çalışmanın bir sonucu da bu.
Bireyin güçlendiği bu yeni çağda, iletişim politikasını daha kapsamlı bir biçimde düşünmek gerekiyor. Bu ilk nokta. İkinci nokta ise, doğrudan Türkiye deneyimi ile alakalı.
Türkiye deneyimi siyasetçinin sonuçta piyasa profesyoneli değil, sokaktaki insanlardan biri olduğunu düşünmek gerektiğini pek güzel gösteriyor bana sorarsanız. Bu hep böyle miydi? Başkan Serdengeçti’den anladığım, evet. Peki, o dönemde mesela neden negatif etkiyi bu kadar derinden hissetmedik. o dönemin iletişim politikası siyasetçini de sokaktaki vatandaşın inançlarını taşıdığı meselesini dikkate aldığı için. Nedir? Siyasetçi sokaktaki vatandaş böyle düşündüğü için de benzer bir tavrı alabilir elbette. Gördüğüm mesele çok boyutlu. Bu konuyu biraz daha özenli bir biçimde daha uzun anlatacağım.
Ama şu açık sanırım. Neden bugün buradayız? Bizim merkez bankamız asli işini yapmadığı için elbette. İletişim politikasının “almayın o pahalı kredileri kardeşim” demek olmadığını önce bankanın idrak etmesi ve hem piyasa profesyonellerinin hem sokaktaki adamın boş inançlarını da dikkate alan sağlıklı bir iletişim politikası saptaması gerekiyor. Yapsa bugün burada olmazdık, enflasyon bekleyişleri böyle zıvanadan çıkmazdı.
Bu durumda “Ahir Zaman Hurafeleri Kataloğu”nu yine hatırlatayım
Ben “Ahir Zaman Hurafeleri Kataloğu”na 2001 yılı kıyameti öncesinin, Türkiye iktisadı açısından karanlık çağında başlamıştım. Sonunda kıyamet koptu. Doğrusu ya, ben o defteri bir daha açmak zorunda kalmayacağım konusunda son derece umutluydum. Ama öyle olmadı, 2018 yılından beri Türkiye iktisadının karanlık çağı yeniden başladı.
Türkiye ne yapmaya çalıştığını unutup, yalpalamaya başlayınca, her zamanki gibi önce kafalar karıştı. Hedef ya da hedefin inandırıcılığı kaybolunca her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Hurafeler öne çıktı. İsteyenler “Şehir Efsaneleri Defteri” de diyebilir. İktisadın şehir efsanelerini kaydetmek, en azından, eğlenceli oluyor. İnsan daha az sinirleniyor.
Neden şimdi? Doğrusu ya, enflasyon dinamikleri konusunda piyasa profesyonelleri ya da teknisyenlerle sokaktaki vatandaş arasında böyle kapsamlı bir farklılık saptanması konuya yeni bir boyut getirdi öncelikle. Sokaktaki vatadaşın enflasyon dinamikleri hakkındaki izlenimi esasen hurafe kategorisine rahatlıkla konabilir. Malum hurafenin sözlük anlamı “gerçek ve akıl dışı olan, herhangi bir dayanağı bulunmayan” demek bir nevi hakikatin zıddı.
Ayrıca tam zamanı. Öncelikle en yetkili ağızlardan ifade edilen “faiz sebep, enflasyon netice” hurafesinin aslında “ düşük faiz sebep, yüksek enflasyon netice” demek olduğunu artık gördük. Hatta Moody’s geçen hafta Türkiye’nin notunu B3'e indirirken “ düşük faiz sebep, yüksek cari açık netice” meselesinin de altını çizdi. B3'ten sonrasının artık tufan olduğunu dikkate alırsak, katalog işine yeniden dönmenin tam zamanı. Bana sorarsanız.
2001'den önce Türkiye nasıldı? Bir enstantane
Herkes kendi açısından bir enflasyon serüveni hatırlar. Kimi için kahve fiyatı, kimi için benzin fiyatı. Doğrusu ben enflasyonun nasıl bir şey olduğunu hep kitap fiyatlarından takip ettim. Daha doğrusu kitapların fiyat etiketlerinden. Bilmeyenlere 2001'den önceki Türkiye’yi bir hatırlatmak isterim doğrusu.
Benim çocukluğumda, 1960'lı yılların sonu ve 1970'lerin başında kitapların fiyatları doğrudan kitabın üzerine basılırdı. Sonra 1970'lerin sonunda başlayan enflasyon dönemi ile birlikte o basılı fiyatın üzerine kendi kendine yapışan etikete yazılmaya başlandı kitabın fiyatı. 1980'ler böyleydi. 1990'lar da keza.
Kitabın fiyatı rafta durdukça değişiyordu. Vaziyet 1930'ların Alman enflasyonu kadar kötü değildi. Öyle yanımızda çuvalla Türk Lirası filan taşımak zorunda kalmıyorduk. Kupürler sürekli büyüyordu. Aynı yakında çıkacak 500 lira ve 1000 lira gibi banknotların üzerindeki rakamlar büyüyordu. O dönemde kitapçıların çalışanları, siz kitaplara bakarken kitapların etiketlerini sakin sakin değiştirirlerdi.
Sonra giderek, yayınevleri, kitapların arkasına kitap fiyatını öyle hiç doğrudan basmamaya başladılar. Nasıl olsa durmadan değişiyordu. Fiyat artık yalnızca fiyat etiketine yazılıyordu. Artık kendi kendine yapışan etiketin altında basılı bir fiyat olmuyordu. Zaten bir haftada değişiyordu o fiyat.
Türkiye’nin yüksek enflasyon macerası yaklaşık olarak 2004'te sona erdi. Enflasyon yaklaşık otuz yıl sonra ilk kez tek haneli seviyelere geri döndü. Serdengeçti dönemi işte o dönem. O ara ben de Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’ndaydım, gazetemiz yazarlarından Fatih Özatay da. 2001'de oraya atandığımızda enflasyon yüzde 80'lerdeydi. 2006 yılında yüzde 8'lere geriledi. Ya program iyiydi, ya da dünyada ucuza mal üreten Çin vardı.
Her neyse, önemli olan şu: Enflasyon, Türkiye için bir problem olmaktan yirmi birinci yüzyılın başında çıktı, sanayide ondan sonraki sıçramayı bu sayede yaptık. Altı sıfırı atmasak, 1996'dan kalma Gümrük Birliği düzenlemesi çalışmaya başlamazdı. Bakın tarihlere ne kadar yeni her şey. Yirmi yıl önce.
Türkiye için enflasyon bir problem olmaktan çıktı çıkmasına ama Türkiye enflasyonist hafızasını ancak 2011 yılında kaybetmeye başladı. İşte yayınevlerinin önce tek tük başlayan, sonra hızlanarak devam eden, kitap fiyatlarını yeniden doğrudan kitapların arkasına basma süreci enflasyonist hafızanın kaybolmaya başladığına delil olarak o yıl tekrar ortaya çıktı. Kitap fiyat etiketleri yalnızca on bir yıl önce bizi terketti.
Şimdi sanırım yakında yine başa döneceğiz. İyi değil ama öyle. Buna bir de değer zincirlerinin yeniden yapılanmasını ve Çin’in fiyatları ucuzlatan etkisinin azalacağını ekleyin bu olup bitenler pek hayra alamet değil. Yine bizi tüketecek.
Eski dönem nasıldı bakın buraya bir fotoğraf bırakayım. David Quammen’in biyoçeşitliliği anlattığı “Dodo’nun Şarkısı’nı (The Song of Dodo) 1996 baskısı ben kitabı 2000'li yılların başında almışım. Geçenlerde kütüphanemde yeniden buldum.
Fotoğrafta iki husus görülüyor: Kur istikrarı göreli olarak sağlandığı için artık yabancı kitabın etiketinde lira cinsinden fiyatı var öncelikle. Yoksa olmazdı. İkincisi ise kitabın fiyatı: 7 milyon 490 bin lira. Bugünlerde fiyatlara maaşlara bakıp “Yok artık” diyorsanız, hatırlatayım bir kitaba 7,5 milyon lira verebiliyorduk, maaşlarımız milyar milyardı o dönemde.
Bir daha olmasın lütfen. Son pişmanlık fayda vermez bakın. Neyse ki, çözüm ihtimali çok uzakta değil. Ve en önemlisi çözüm zor değil, kolay.
Bu köşe yazısı 15.08.2022 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Originally published at https://www.tepav.org.tr.