Güven Sak
2021 yılının iktisat politikası gündemi açısından en dikkat çekici hadisesi ne olabilir? Doğrusu ben birinciliği Federal Reserve Bank of Saint Louis’nin bu yıl kurduğu İktisadi Eşitlik Enstitüsü (Institute for Economic Equity)’ne verme eğilimindeyim. Şimdi soru şu elbette: Bir merkez bankasının iktisadi adaletle ne alakası olabilir? Ben bu gelişmenin pek çok noktayı birbirine bağlamaya yardımcı olduğunu düşünüyorum.
Nedir şimdi bu? Geçen haftalarda G7 Zirvesi hazırlıklarından sızan, “Cornwall Mutabakatı” bilgi notunu daha iyi değerlendirmeye imkan sağlıyor sanki. Bir nevi, John Williamson’ın isim babalığını yaptığı, Thatcher-Reagan döneminin “Washington Mutabakatı”ndan “Cornwall Mutabakatı”na. Kapsamlı bir değişiklik mi, yoksa geçici bir heves mi? Aklımdakini anlatayım.
Bu arada, Cornwall Consensus notunu da buraya bırakayım. Bakarsanız, 1,5 sayfa bile değil esasen. Ama insanı düşündürüyor ve başka bir dünya mümkün dedirtiyor.
Bu da Cornwall Mutabakatı üzerine benim gördüğüm ilk yazı. Gillian Tett Financial Times’ta yazmıştı.
Büyümenin kapsayıcı olanı makbul, ne pahasına olursa olsun olanı değil
İlginç bir dönemden geçiyoruz. Atlantik’in iki yakasında virüs sonrası toparlanmanın yeşil-dijital dönüşüm odaklı kamu yatırımları ile şekilleneceği görülüyor artık. Bu, NATO’dan beri en kapsamlı yeniden yapılanma girişimi. Bildiğimiz dünya bir nevi yeniden şekilleniyor.
Öyle anlaşılıyor ki, kimse dünün hatalarını devam ettirmek istemiyor. İstenen yalnızca bir ekonomik toparlanma değil, kırılganlıkları azaltan sürdürülebilir bir ekonomik toparlanma. Bölgesel dengesizlikler ve gelir eşitsizliği dahil kırılganlıkları artıran bir ekonomik büyüme sürecinin neye mal olduğunu Trump iktidarı ve Brexit kararı ile hep birlikte gördük.
“İhmal edilen yerlerin unutulan ahalisi”nin, hıncını nasıl seçim sandığında çıkardığını, birkaç kere yazdım. Bunları da buraya koyayım.
Büyümenin “kapsayıcı” (inclusive) olanı makbul artık, “ne pahasına olursa olsun” olanı değil anladığım. İlk kelime bu: Kapsayıcılık.
Neden düşük faiz zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapıyor?
2008 küresel krizi ile başlayan ve pandemi ile devam eden kontrolsüz parasal genişleme süreci, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaptı. Neden? Zenginin krediye erişimi her zaman yoksulun krediye erişiminden daha kolay olduğu için elbette. Banka açısından zengine, daha önceden kredi açtığı birine yeniden kredi açmanın maliyeti her zaman daha düşük. Aksi takdirde, daha önceden bankaya erişimi olmayan biri hakkında malumat edinmenin düşük olmayan bir maliyeti var.
Tartışma için, 2008 küresel finansal krizi sonrası düşük faiz dönemini değerlendiren şu çalışmayı önerebilirim
Türkiye’de benim bu konuda hatırladığım tek çalışma, Merkez Bankasının Güncesinde yayımlanmıştı. (Sümer, T.P. ve G.Y. Güngör (2018) “KGF kefaletli kredilerin krediye erişim, maliyet ve vade açısından rolü” bknz.)
Kredi Garanti Fonu (KGF) tarafından sağlanan kredilerin kahir ekseriyetinin daha önceden bankadan kredi kullanmış, zaten krediye erişimi olanlara gittiğini veriye dayalı olarak gösteriyordu. Halbuki KGF’nin varlık nedeni, banka erişimi olmayanların banka kredisine erişimini temin etmek. 2016'dan 2017'ye bakıldığında “..firma sayısı olarak üçte bir ve kredi tutarı olarak % 8,4'lük kredinin sisteme yeni dahil olduğu söylenebilir” diyor ilgili çalışma. Buna göre, “KGF kefalet imkânının artırılmasıyla daha önce bankacılık sisteminde kredisi olmayan önemli sayıdaki firmanın finansmana erişimi sağlanmakla birlikte, KGF kefaletli kredi tutarının büyük çoğunluğunun daha önceden kredi kullanmış olan firmalara kullandırılmış olduğu anlaşılıyor”.
Nedir? KGF kefaleti ile açılan kredilerin yüzde 91,6'sı zaten banka kredilerine erişimi olan firmalara gitmiş. “Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapıyor” dediğim bu işte.
Türkiye, 2018'den beri kapsayıcı bir biçimde büyüyemiyor, yoksullaşma artıyor
Sonunda ne oldu? Türkiye 2020'deki pandemiye zaten iktisadi kriz ortamında girdi. Memleket, 2003–2018 arasında kapsayıcı bir biçimde büyümüştü. Bu dönemde, yoksulların sayısı yüzde 77 azaldı aşağıdaki çalışmaya göre (pp.42–43). Fakat, 2019 yılında, ekonomi politikası tercihleri nedeniyle, memlekette yoksul sayısı 1,5 milyon kişi arttı. Sonra COVID-19 pandemisi geldi. Yoksul sayısı 1,6 milyon kişi daha arttı. Türkiye, pozitif büyüdü ama büyüme artık kapsayıcı olmaktan çıktı.
Kötü veri, yanlış politika tercihlerine götürür
Parasal genişlemenin olumsuz gelir dağılımı etkisi belgelendikçe, tartışma gündemi, hedefi belli genişletici maliye politikasının önemine doğru kaymaya başladı, pandemi ile birlikte özellikle. Bu nedenle Amerika’da pandemiden olumsuz etkilenenlere bütçeden doğrudan gelir desteği sağlanması konusu ön plana çıktı. Doğrudan gelir desteği tutarı, Amerikan milli gelirinin yüzde 27’sine ulaştı. Türkiye’de ise milli gelirimizin yüzde 1,5’i bile olmadı bütçeden sağlanan doğrudan gelir destekleri. Biz bu son pandemi döneminde parasal genişlemeyi, manasız rezerv yönetimi politikasını ve iktisadi eşitsizliği tercih ettik, bu hesaba göre.
Dünyada 2356 dolar milyarderinin serveti pandemi ile birlikte yaklaşık 4 Trilyon dolar arttı. Orada artışı borsada sahip oldukları şirketlerin piyasa değeri üzerinden hesaplıyorlar. Burada ise aynı hesabı yapmak için döviz tevdiat hesaplarına, altına ve ev fiyatlarına bakmak gerekir sanıyorum. Ama her durumda parasal genişlemenin varsılları kayırdığı ortada.
Hal böyle olunca, Merkez Bankası bünyesinde, iktisadi eşitlik ve adalet konusunda veriye dayalı analizler yapmak üzere bir merkez oluşturulması da makul görünmeye başladı bana doğrusu. Amaç, Merkez Bankasının hedef fonksiyonu içinde eşitsizlikleri azaltmak da olsun demek değil, bana sorarsanız. Yalnızca bankanın attığı taşın yol açacağı sonuçlarla ilgili veriye dayalı daha ayrıntılı analiz yapabilme ihtiyacı. “Artan işsizlik ve gelir dağılımı eşitsizliği, parasal aktarım mekanizmalarını acaba nasıl etkiler?” merakı bir nevi.
Kötü veri, veriye dayalı analiz imkanını kısıtlayacağından yanlış politika tercihlerine yol açabilir. Burada amaçlananı da aynı çerçevenin içinde görmek gerekir.
Neden dijital pazar yerlerindeki firmaların yarısı İstanbul’dan?
Özellikle virüs sonrası toparlanma döneminin politika çerçevesi tasarlanırken, bu veri meselesi çok daha önem kazanacak. Kapsayıcılık açısından daha ayrıntılı analizler yapmamız gerekecek.
Mesela dijital dönüşüm kamu politikası tasarlıyorsunuz. Ne yapacaksınız? Şirketlerde dijital dönüşüm farkındalığı yaratacak eğitim programlarını mı destekleyeceksiniz? Şirketlerin e-ticaret platformlarındaki pazaryerlerinde işyeri açmasını mı destekleyeceksiniz? Halbuki bakın ekteki grafiğe.
Buna göre, Türkiye’de toplam nüfusun yüzde 18,5'i İstanbul’da yaşıyor. Toplam şirketlerin yüzde 28,7'si İstanbul’da. Elektronik ticaret platformlarındaki pazar yerlerindeki şirketlerin ise yüzde 42,8'i İstanbul’dan. Bu ne demek?
Dijital dönüşüm sürecinde esasen İstanbul firmaları var demek. Şimdi mevcutlara destek verirseniz, bu çarpık yapılaşma ve onun getireceği dengesizlik ve kırılganlıklar bitmez daha da derinleşir. Peki neden böyle? İstanbul’un altyapısı iyi. Kilometrekare başına fiber optik kablo uzunluğunun Türkiye ortalamasının çok üzerinde olduğu yer İstanbul. Halbuki o kablo ağı, “verilerin sınırları aştığı” yeni dünyanın ana ticaret omurgası.
Türkiye’nin kahir ekseriyeti ise, gördüğünüz gibi, ortalamanın altında yer alıyor. O vakit, Avrupa Tek Pazar’ı Avrupa Dijital Pazar’ına dönüşürken, bir Balıkesir’in bu dönüşümden olumlu etkilenme şansı ile bir İstanbul’un şansı aynı değil. Dün bir yörenin ülkenin kalanına, dünyanın kalanına konektivitesi söz konusu olunca yollar, limanlar, havaalanları, telefon hatları önemliydi. Şimdi artık fiber optik kablolar ve internet hızı en önemli.
Şimdi düşündükçe doğrusu, kapsayıcılığın ve kırılganlıkları engellemenin, içinde bulunduğumuz bu yeşil-dijital geçiş sürecinde neden önemli olduğunu görmek mümkün oluyor. Özellikle bu geçiş sürecinin politikalarını tasarlarken, yerelden düşünmek, yerelin alınacak kararlardan nasıl etkileneceğini özel olarak ele almak önem taşıyor bana sorarsanız.
Artık kamu yatırımlarının, destek sistemlerinin daha fazla malumata dayalı olarak, daha iyi veri setleri ile tasarlanması gerekiyor. Tek tip çözümlerle kapsayıcılık olmaz. İkinci kelime farklılık. Farklılıkları dikkate almadan kapsayıcılık olmuyor.
Dünya değişiyor. Yeşil-dijital dönüşüm süreci, özel sektör ile kamu arasındaki ilişkiye yaklaşım biçimimizi de değiştiriyor. “Washington Mutabakatı’ndan, Cornwall Mutabakatı’na mı geçiyoruz?” diyenlerin aklında, piyasanın, kamunun yeşil-dijital dönüşüm odaklı yatırım tercihlerine dayalı olarak yakından yönlendirildiği bir yeni teknolojik sıçrama ve kapsayıcı büyüme dönemi var sanki. Yıllar önce Robert Wade’in Güney Kore’den ilham alarak 19090'da yazdığı gibi “Piyasayı Yönetme” (Governing the Market) dönemine geldik sanki. G7'nin Cornwall, İngiltere’deki toplantısına atfen böyle diyorlar.
Benim anladığım yalnızca şu şimdilik: Artık kamu ile özel sektör arasındaki iletişim kanalının dikkatli bir biçimde yeniden düşünülmesi gereken bir sürecin başındayız, bana sorarsanız. Aynı internet altyapısında olduğu gibi, bant genişliğinin artması, ping’in küçültülmesi ve daha önemlisi istikrara kavuşturulması gerekiyor. Kamu ile özel sektör arasındaki iletişimde hız kadar, hızın güvenilir olması, bir azalıp, bir artmaması da önemli. Üçüncü kelime bu: İletişim.
Çok işimiz var çok. Bu iklim değişikliği gündemi, yeşil-dijital dönüşüm süreci, Ankara’nın idari sisteminin, veri üretim altyapısının yeni baştan düşünülmesini zorunlu hale getiriyor, bana sorarsanız.
Bu köşe yazısı 14.06.2021 tarihinde Dünya Gazetesi’nde yayımlandı.
Originally published at https://www.tepav.org.tr.